4 Temmuz 2011 Pazartesi

Yeni Bir Liman

Ne zamandır buralara yazamadığımı fark ettim. Bunların çeşitli sebepleri var elbet. En başında geçen kasım-aralık aylarında yazmaya hevesimi geçici olarak yitirmiştim. Aralık ayında askerlik hizmetimi yerine getirmeye gittiğimden ötürü mayıs ayına yazamadım haliyle. Bu eski dönemi de bitiren de askerlik ve blogger'a ulaşmanın çeşitli sebeplerden ötürü engellemesi oldu. Artık yeni bir liman bulma vakti geldi diye düşünüyorum. Artık yazılarımı

http://kahvetadinda.wordpress.com

adresinde okuyabileceksiniz. Yeni bir umut ve yeni bir liman..

16 Kasım 2010 Salı

Yalnızlık Üstüne

Yalnızlık üzerine çok sık düşündüğüm şu günlerde yalnızlık nedir, hangi çeşitleri vardır diye yazmak istedim. Yalnızlık kimi zaman lükstür, kimi zaman mecburiyettir, kimi zaman da melonkoli ile birlikte gelen bir olgudur.

Yalnız olan insanın kendince bir yalnızlık anlayışı vardır. Kişiye göre değişen bu olgu, şehir yaşantısının insanları beton binalara hapsetmesi ile birlikte daha da gözle görülür olmuştur. O binalarda yaşayan insanlar birbirlerine yabancılaşmıştır, selamlaşmayı unutmuşlardır. Hatta bazen apartmanda birisi öldükten birkaç gün sonra koku sebebiyle öldüğü anlaşılıyor. Yalnızlıktan ölmek böyle birşey olsa gerek. Durum bu kadar ciddyken insanların gittikçe yalnızlaştığı bir gerçektir.

Bununla birlikte çeşitli yalnızlık türleri de görülebilmektedir. Mesela kimi insanlar arkadaşsız kaldıklarından ötürü yalnız kaldıkları sonucuna varırlar. Çevrelerinde insanlar vardır ama o kalabalıklar arasında sonbaharda kuruyup yere düşen yapraklar misali oradan oraya savrulup dururlar. Yalnızlıktan kurtulmak için denemedikleri, yapmadıkları şey kalmaz. En sonunda da 'toplum beni anlamadı, kimse bana değer vermiyor, kimse beni sevmiyor' tadında açıklamalarla içinde yaşadıkları toplumu suçlarlar. Peki kendilerini bu durumdan ne kadar sorumlu tutuyorlar? Kendilerini ne kadar düzeltmeye çalışıyorlar? Bu durumun ötesi psikolojik rahatsızlıklara yol açan bir ilk adımdır. İşin kolayını sorunu kendinde aramak değil de sorunu bir başkasına yüklemek olarak görüyorlar. Günlük yakınmalarıma bakınca kendimi biraz da bu kesime yakın hissediyorum.

Başka bir durumsa, sevdğinden ayrılıp da yalnız olduğunu düşünenlerdir. Bu duruma kısaca aşk acısı da diyebiliriz. Hayatta hemen hemen her insanın yaşadığı bir yalnızlık algısıdır. Eğer normal bir ilişki bitmişse; kişinin kendi hayat algılayışına bağlı olarak uzun ya da kısa sürelidir. Geçici bir durumdur. Bu dönemde fiziksel olarak yalnızlıktan kaçınılmalı ve mümkünse arkadaşlarla vakit geçirilmeli. Bunları yapmak bu etkiyi azaltacak ve durumun çabuk atlatılmasını sağlayacaktır.

Bir de tercih edilen yalnızlık vardır. Bu tamamen tercih meselesi olup, kişinin yalnızlıktan yakınmaması sebebiyle diğer yalnızlık türlerinden farklıdır. Yalnızlığın lüks olduğu br olaydır. Bunu tercih eden kişiler iki türlü olabiliyor. Birincisi her işi kendisi yapmaya alışmış, bu şekilde yaşamaya devam eden insanlardır. Biraz asosyallik, biraz bireysellik kokan bir tercihtir. İkincisi ise hayata çeşitli sebeplerden ötürü küsen, insanlardan kaçan ve uzak duran, hayattan bir beklentisi olmayanlardır. Kısacası her alanda umudunu yitirmişlerdir. Yazdığım yalnızlık algılayışları arasında en umutsuz olanlarıdır. Şikayetçi yalnızların bir iki seviye ilerisidir de denilebilir.

Sonuç olarak her insanın kendince bir yalnızlığı algılayış biçimi bulunmaktadır. Şehir yaşantısı ile birlikte artan bu yalnızlık algılayışları daha da arttırılabilir. Aklıma ilk gelenleri yazdım. İnsanlar değişen bu şartlar altında yalnızlaşmaya devam edecekler, psikolojik vakalar daha da artacaktır.

P.S: Okuyucu eksik bulduğu kısımlara eklemeler yaparsa; onları da yazının ikinci kısmına ekleyeceğim.

4 Ekim 2010 Pazartesi

Ne Yazsam Şimdi??

Uzun zamandır buralara birşeyler yazmak isteyip, yazacak bir konu bulamadığım zamanlar olmaya başladı. Yaklaşık olarak 3-4 kez oldu. Ben mi durulmaya başladım yoksa yazma isteğim mi köreliyor? Bu sorunun cevabını ben de bilmiyorum. Şu satırlardan anladığınız kadarıyla bir konudan bahsetmekten ziyade neden yazamadığım konusunda birşeyler anlatmaya çalışıyorum.

Yazmak için aslında en uygun zaman şu sıralar. Ramazan'dı, ardından bayram sonrasında referandum, sonuçların tartışılması vb. gibi birçok dırdırcı sesler de kesildi halbuki. Önce okuduğum kitaplardan bahsetmek geldi içimden ama ülkedeki okuma oranının yerlerde süründüğünü düşününce kimsenin kitaplara ilgisi olmayacağını düşündüğümden vazgeçtim.

Bayram sonrası İstanbul gezisine çıktım. Arkadaşlarımla bolca vakit geçirdim, dertlerini dinledim, eğlendim. Şimdi ise şunu anladım: İstanbul bende bağımlılık yapmış. Ne zaman bir yerde -genellikle tv'de- görsem özlediğimi fark ediyorum. Ama ayrılıkların da sonu var.. Hele şu askerlik süresi bir belli olsun da gerisi kolay!!

Arada da canımı sıkan olaylar da olmadı değil. Mesela kpss kopya skandalından sonra sınavların ertelenmesi sebebiyle para yatırdığım ÜDS'nin tarihi ile benim benim askere gideceğim zaman çakıştığı için sınava giremiyorum. Boşa gitti o kadar para. Bunun yanında emektar bilgisayar oyunum FM2010 garip bir hata çıkarıp oyundan soğumama sebep oldu. Eski dost civilization'a geri dönüş yaptım bende.

Gezme faslına gelecek olursak, İstanbul'un dışında Karahöyükavşarı ve yatağan köylerini gezme fırsatım oldu. Özellikle Yatağan'daki demirci ustalarının hazırladığı aksesuar olarak tasarlanan Yatağan kılıçlarını elime alıp incelemek beni yeteri kadar tatmin etti diyebiirim. Onun sonrasında tarlada yetişen kavunu sapından koparıp, hemen kesip yemenin tadı ve keyfi hiçbir yerde yok. Ne yazıkki bu gezi kısmında fotoğraf çekmediğim için bu seferlik beni mazur görün ;)

Şu yazdıklarımı tekrar okuduğumda kendi kendime "hani yazak birşey bulamıyordun?Bak ne kadar da yazmışsın!" diyesim geldi. Aslında yazacak birşey bulamamaktan ziyade ekranın karşısına geçip, blog sayfasına girmeye üşenmek dersek sorunu daha iyi anlatmış olurum. Belki de yazdıklarıma istediğim kadar tepkiyi alamamaktan olsa gerek. Biraz şımartılmaya mı ihtiyacım var :P Belki de hayatımdaki belirsizliklerden de kaynaklanıyor olabilir bu yazamama-üşenme olayı. Askerlik sonrası için hiçbirşey belli değil. Ne çalışacağım iş, ne kalacağım şehir!! Hiçbirşey belli olmayınca birşeylere ya da hayata karşı bir isteksizlik oluşuyor bünyede. Toparlamam lazım, şu gün şunu yapayım diye planlar kuruyorum ama ertesi gün olunca eski hamam eski tas. Boşluktan ne yapacağımı şaşırdım sanırım.

Son olarak bu yazıda sizi bu kadar sıktığım için, beni okumaya gösterdiğiniz tahammülden ötürü şükranlarımı iletiyorum. Yazmayı özlemişim :))

29 Ağustos 2010 Pazar

Okeye Abazan Aranıyor!!!

Yaz sıcakları devam ededursun, ne yapacağımı şaşıran ben facebook'taki okey oynuna sardım şu sıralar. Her zamanki gibi ilginç tespitler ortaya çıktı.

Rastgele bir odaya girdiğimde masada oyuncu bekleyen 2 erkek oyuncu mevcuttu. Masaya dahil olmamla birlikte; " masada iki erkeğiz biz, buraya gelip ne mallık yapıyorsun?", "ibne misin sen?" gibi saçma sapan mesajları görmemle birlikte şaşırdım. Sonra oyunu moyunu bırakıp düşündüm biraz. Bu adamlar internetten okey oynarken kız kaldıracaklarını ya da tavlayacaklarını mı düşünüyorlar. Eğer öyleyse bu şekilde takılmaya devam etsinler, bir halt edemezler. Abazanlık okeye kadar düştüyse söyleyecek daha başka birşeyim yok. TEKNOLOJİK MAGANDALIK işte.

Aynı oyunu oynayan kız kardeşimle konuştuğumda daha beter saçmalıklarla karşı karşıya kaldığı söyledi. msn adresini isteyeni mi dersin cep numarasını isteyen mi dersin gırla gidiyor. YAHU YAPMAYIN ERKEKLER!! HATUN MEVZUSU DİYE BU KADAR DA SEVİYENİZİ DÜŞÜRMEYİN!!!

Eğer illa da hatun diye yakınıyorsanız, ya evlendirme programlarına çıkın -ki buna bizim klavye delikanlıların maçası yetmez- ya da çıkın dolaşın. Bu konularda ben de iyi sayılmam ama internetten birisini bulmak.. pek de samimi gelmiyor bana :S

Bu kafayla gidersek daha çoooookk oynatılırız hatun milletinin elinde avucunda..

23 Ağustos 2010 Pazartesi

Yine Ağustos

Ağustosun sonlarına yaklaşmakta olduğumuz şu günlerinde ne zamandır yazmadığımı fark ettim, hatta blog'u boşladığımı düşünenler bile olabilir. Şu ana kadar neler oldu diyecek olursanız, ya da değerlendirme yapacak olursam; tüm 'gürültüsüyle' dünya kupası bitti. mübarek 11 aylar sona erdi ve ramazan geldi (her ne kadar eskisi kadar güzel ve anlamlı olmasa da). ramazanın sıcaklara denk gelmesini fırsat bilerek soluğu Ankara'da aldım, sebebi ise gayet basit: Ankara'daki havaların daha yaşanabilir olmasıdır. 10 gün kadar kaldım, ülkeyi kurtaracak siyasi sohbetlerde bulundum (malum referandum yaklaşıyor). Bilgisayar oyunları olmazsa olmazlar zaten. Sosyal olarak incelenmesi gerektiğini düşündüğüm evlendirme ya da çöpçatanlık programlarını izledim. Özellikle çöpçatanlık programlarında gördüğüm şey şu: Yurdum insanının evliliğe inanılmaz bir merakı var. Yaşlılarda daha belirgin bir durum. Bunun sebebi bana kalırsa; insanlar, uzun süre evli kalınca ölüm ya da başka bir sebepten ayrılık olunca sudan çıkmış balığa dönüyorlar. 25 yıl evli kalıyorsun sonra da eşin ölünce neye uğradığını şaşırıyorsun yapamıyorsun yalnız yaşayarak. Gençler de durum daha değişik. Gençlerin büyük çoğunluğunun daha önceden evlilik yapmış olmaları da dikkate değer bir durum (ehehe kendimi pek bir sosyolog gibi hissettim şimdi). Ama en ilginci stüdyoda programa seyirci-katılımcı olarak katılan kişilerin adayalara yönelik kimi zaman saçma kimi zaman mantıklı yorumlar yapmalarıdır. Bana saçma geldi açıkçası. "Şu buna yakışmadı, bu şununla tam uyumlu gözüküyor" tadında yorumlar anlayacağınız. Mağazadan elbise mi alıyorsun da şu bununla uyumlu olmadı diyorsun, hay yarabbim yaa :S

Neyse bunlardan bahsetme gibi herhangi bir düşüncem yoktu. Gayet doğaçlama gelişiyor şu an için yazdıklarım. Şu satırları yazdığım gecenin köründe evlilik programlarını eleştirisini yapabilecek kadar psikopat görmeyin lütfen beni :D

Daha sonra neler oldu bu Ağustos ayında:
-YAŞ kararnamesi: TV'lerde çok konuşuldu, ilgimi bile çekmedi.
-Referandum Çekişmeleri: Oldukça ilginç hale geldi benim açımdan. Özellikle muhalefet liderlerinin hayır deme sebepleri gittikçe komik hale gelmeye başladı.

Bu kadar ciddi şeyler yazacağımı ben de tahmin etmiyordum, ramazandan olsa gerek ;)Bu bağlamda bugünkü ya da haftalık yazımı (nasıl algılamak isterseniz) yazdığım bir şiirle bitiriyorum.

HAYAT

Avcumda küçücük dünya
Günlerimi saya saya
Çırpındıkça çivilenirim
Kalkmak istedikçe
Kalkmak istedikçe

Eğer düşmancaysa sözlerim
Seni ne diye beklerim
Çözülür ruhum çözülür gizemim
Uyanmak istedikçe
Uyanmak istedikçe

Yorgunsa yüreğin hala
Dinlemek istersen beni ne ala
Kulak ver bu dediklerime
Duymak istedikçe
Duymak istedikçe

Akıt gözyaşlarını çareyse eğer
Ne günahın kalır ne de keder
Bulursun elbet birini
Sarılmak istedikçe
Sarılmak istedikçe

Nefretini maske kibrini kalkan yap kendine
Vuruldukça dövülsün ikisi de
Kalır haliyle nefsin bendende
Terbiye etmedikçe
Terbiye etmedikçe

Ruhumun sesi, dengesiydin sen
Bırakıp gittin ne gelir elden?
Kolaylaşır, açılır yollar yeniden
Dönmek istedikçe
Dönmek istedikçe

13 Temmuz 2010 Salı

Güzel Karadeniz'imin İlginç Camileri

Bu yazı da nereden çıktı diye sormayın. Sabahleyin bir yandan kahvaltı yapıyor bir yandan da televizyondaki haberlere bakıyordum. Gördüğüm bir haber karşısında neye uğradığımı şaşırdım. Haberin başlığı aynen şöyleydi: Dünyanın İlk ve Tek Açık Hava Camisi: Kadırga Camisi. İlgili haberde Karadeniz yaylalarının birinde açıkhavada bir camii görünmekte -aslında sadece iki minaresi görünmekte :))- Böyle saçma şey nasıl olur diye internette araştırdığımda şu bilgilere ulaştım:

Fatih Sultan Mehmet, Rum Pontus İmparatorluğu'nu Osmanlı topraklarına kattıktan sonra ziyaret için geldiği Trabzon'da arkadaşı olan Kadir Ağa'yı sorar. Kadir Ağa'nın yaylada düşmanla savaşırken şehit düştüğünü öğrenen Fatih Sultan Mehmet bir Cuma günü Kadir Ağa'nın mezarını ziyaret eder ve mezarın bulunduğu yerde beraberindekilerle Cuma Namazı kılar. Bu tarihten sonra yurdun her tarafından binlerce vatandaş, her Temmuz ayının üçüncü Cuma günü Kadırga Yaylası'na Cuma Namazı kılmak için akın ediyor. Kadir Ağa'dan adını alan Kadırga Yaylası'nda, 2 minareli yapılan açık camide, vatandaşlar çimenler içinde Cuma Namazı kılıyor..

Olayın tarihi kısmından ziyade kafama takılan şey şu:

Neden caminin tamamını yapmadılar da sadece iki tane minareyi yaptılar? Aklıma gelen ilk cevap Laz müteahhitin birinin işidir. Tam da Karadenizliler2e has bir uygulama olmuş.

Bu haberin detaylarını incelerken başka bir minaresiz camii haberine de Ordu'da rastladım. Ordaki durum ise tarihi bir gerçekten ziyade tam anlamıyla komediden ibaret.

"Ordu'nun Çamaş ilçesinde mühendisin isteği üzerine camiden önce yapıldığı belirten minareyi görüp namaz kılmak için gelenler, camiyi göremeyince şaşkınlıklarını gizlemiyor. Ezanın okunmaya başlandığı camisiz minareyi gören vatandaşlar, "Bu cami Karadeniz usulü olmuş" derken, Çamaş Müftüsü Muhsin Özdemir, yeni yapılan caminin yerinde bulunan caminin 3 yıl önce yıkıldığını belirtti. Özdemir, "Vatandaşlarımızın desteği ve dernekteki arkadaşlarımızın gayretleriyle yeni bir cami yapma kararı aldık. Cami inşaatımızın ne zamanbiteceğini bugünden kestiremiyoruz. 7-8 yıllık bir süre içerisinde camimizin tamamını bitirmeyi hedefliyoruz. Çünkü 550 metrekarelik bir alana bu cami yapılıyor. Bu kadar geç olmasının nedeni tamamen vatandaş imkanlarıyla yapılması. Belediye Başkanımız Mahmut Ayparçası bize gerekli desteği veriyor" dedi."

Alıntı kısmını okuduğumda al birini vur ötekine dedim haliyle. Madem minaresini halkın desteğiyle yaptın, bari namaz kılacak bir yer ayarlasaydın!! Hiç olmadı Diyanet'ten ya da ne bileyim belediyeden vb. devlet kuruluşundan destek isteseydin. Ayrıca minare yerine caminin kendisini hizmet verebilecekcek bir düzeyde camiiyi hizmete açsaydın, cuma namazları çıkışında para toplayarak minareye kaynak yaratmış olurdun. Bunun gibi haberler karşıma çıktıkça sizlerle paylaşırım ;)

Birinci fotoğraf Ordu'daki minareden. İkincisi ise açıkhava camii olan Kadırga camiiden.


9 Temmuz 2010 Cuma

Vuvuzela Şeysi

2010 Dünya Kupası'nın başlaması ile birlikte hayatımıza giren en önemli çalgı vuvuzela oldu. Çıkardığı tekdüze rahatsız edici ses sayesinde adını daha da çok duyurmuş bulunmakta ve hala daha tartışılmakta.

Öncelikle vuvuzelanın tarihçesine baktığımızda şunlara rastlıyoruz: Adını Zulu dilinde almakta olup, lepatata olarak da bilinmektedir. 61 cm. boyunda ve 100 gram ağırlığında ve herhangi bir tuş ve tonlama fonksiyonu olmayıp, sadece üfleyen kişinin nefes ritmine göre ses verir.Bunun yanısıra Güney Afrika'da kabileler arasında haberleşme amacıyla kullanılıyormuş. Bana kalırsa haberleşmeden ziyade "bizim köyde arılar fazlalaştı sizin köye saldırıya geçecekler" tarzında mesaj vermeyi amaçlıyor :))

Dünya kupası maçlarında sürekli öttürülmesi sebebiyle maçları televizyondan izleyen biz garibanlar sanki sahada devasa bir arı kovanı var gibi algılıyoruz. Stadlarda yasaklanıp yasaklamaması konusunda da iki ana görüş hakim.

1- Bu çalgı G.Afrika'nın yerel çalgısıdır ve bu ülkenin kültürüne saygı duymalı ve vuvuzelayı yasaklamamalıyız.

2- Bu çalgı her ne kadar kültürel öge olsa maçları izlenemez hale getiriyor ve seyir zevkini azaltıyor.

Yasaklanmasını isteyenlerin bir başka sebebi de televizyon başında maçları izleyen seyirci sayısının geçmiş dünya kupalarına göre azalmış olmasıdır. İzleyici sayısı azalınca orantılı olarak yayın gelirleri de azalıyor.

İnternette yaptığım gezintiler sırasında vuvuzela açısından oldukça ilginç kullanım alanlarını fark ettim. Saçma olmasına rağmen kullanılabilitesi yüksek alanlar mevcut: